ÖZÜR DİLERİZ PAŞAM, CUMHURİYETİ ANLAYAMADIK, YAŞATAMADIK

Bugün 29 Ekim. Cumhuriyetin 102. yılı.

102 Yıl sonra kırmızı beyaz bayraklar yeniden asıldı. Resmî törenlerde protokoller yerini aldı, çocuklar aynı marşları ezberden söyledi. Ama her yıl biraz daha aynı şeyi hissediyorum: Cumhuriyet, artık bir hatırlama biçimi haline geldi; bir yaşama biçimi olmaktan çıktı. Oysa bu topraklarda bir fikir doğmuştu halkın kendi kaderini tayin etmesi, bir bireyin, bir “kul” değil, “yurttaş” olarak ayağa kalkması fikri. Bu fikirdi beni yetiştiren. Okumayı, düşünmeyi, sorgulamayı, sevmeyi, dirençle ayakta durmayı öğreten. Ama o fikrin üstüne inşa edilen yapılar her geçen yıl biraz daha, o ruhun kendisine yabancılaştı.

Bu yazıda, Osmanlı’dan devralınan mirası, Cumhuriyet’in dönüştürme çabasını, emperyalist kuşatmaları, iç kopuşları ve bugünkü tahrifatı eleştirel bir gözle inceleyeceğim. Amacım, tarihî gerçekleri sorgulayarak, Cumhuriyet’in ruhunu yeniden canlandırmak için merak uyandırmak. Çünkü öğrenmek, sorgulamak ve eleştirmek, bu fikrin özüdür.

I. Osmanlı’da Halkın Durumu: Tebaa Bilinci

Osmanlı toplumu, siyasi olarak “kul” bilinci üzerine kuruluydu. Halk, padişahın “merhametine” bağlıydı; hak, hukuk, temsil gibi kavramlar bireye değil, padişahın lütfuna dayanıyordu. Yani Osmanlı’da halkın özne değil, nesne olduğu bir yönetim vardı. “Devlet-i Aliyye” kavramının içinde bile halkın adı geçmezdi; çünkü yüceltilen, millet değil devletti.

  1. Yurttaş Değil, Tebaa Halk, padişahın merhametine terk edilmiş bir konumdaydı. Bu yapı, bireyi pasif bir unsur haline getiriyordu.

  2. Toplumsal Tabakalaşma Yönetici sınıf (askeri, ulema, saray çevresi) ile reaya (üretici halk) arasında kesin bir hiyerarşi vardı. Reaya yani halk hem ekonomik hem hukuki anlamda devlete bağlı bir üretim unsuru olarak görülürdü. Köylü, üretirdi ama ürünün kaderi sipahinin, vergicinin, ağanın elindeydi.

  3. Eğitim ve Bilgiye Erişim Medreseler dinî ağırlıklıydı, eğitim seçkin sınıfın tekelindeydi. Halkın büyük kısmı okuma yazma bilmezdi. Bilgi, gücün elinde saklanır; halk için “itikat” yeterli görülürdü. Yani bilinçlenme, sistematik biçimde engellenmişti.

  4. Kadın ve Halk Hakları Kadın, toplumsal yaşamdan dışlanmış; birey değil, mülk sayılmıştı. Kadınların eğitim hakkı yoktu, hukuki temsiliyeti sınırlıydı. Toplumun yarısı görünmez kılınmıştı bu, modernleşmenin önündeki en ağır zincirdi.

Bu tebaa bilinci, Cumhuriyet’in doğuşunda karşılanması gereken en derin karanlıktı.

II. Cumhuriyet: Halkı Özne Yapma Devrimi

Cumhuriyet, tam da bu zihinsel karanlığa karşı doğdu. Atatürk’ün en büyük devrimi, salt rejimi değiştirmek değil, “tebaa bilincini yurttaş bilincine dönüştürmek”ti. Bu nedenle Cumhuriyet, “devletin değil milletin” inşasıydı. Cumhuriyet’in bir zamanlar temsil ettiği anlam, artık sembolik kutlamalarla sınırlı. Halk, “egemen” değil; ekonomik, kültürel ve bilişsel olarak yeniden tebaa haline getirildi. Saraylar değişti, ama iktidar biçimi — yani merkezî kontrol, bilgi tekeli, korku siyaseti aynı kaldı. Atatürk’ün “cumhuriyet fazilettir” sözü, bugün “cumhuriyet protokoldür” noktasına indirgenmiş durumda. Ve en trajik olanı: Cumhuriyetin halkı özgürleştirmek için kurduğu kurumlar, bugün halkı denetlemek için kullanılıyor.

Ama bu ideal, karşısında üç devasa duvar buldu:

  1. Osmanlı’dan devralınan feodal zihniyet,

  2. Cumhuriyet’in hemen ardından beliren emperyalist müdahale,

  3. Ve içten içe büyüyen bürokratik seçkinlerin halktan kopuşu.

Cumhuriyet, halkın kendi kaderini belirleme hakkıydı. Bugün bu hak, “temsil” adı altında sistematik biçimde daraltıldı. Atatürk’ün kurduğu rejim, halkın özne olduğu bir bilinç rejimiydi; şimdi ise bireyin edilgen olduğu bir itaat rejimine evrildi. Cumhuriyet, Osmanlı’nın kulunu yurttaş yapmak isterken; bugün, dijital çağın yurttaşını yeniden kul haline getiriyor. Ama bu kez padişah değil, algoritma hükmediyor; fetva değil, veri yönetiyor; sadakat değil, “profil uyumu” ölçülüyor.

III. Emperyalizmin Rolü: Savaşsız İşgal

  1. Kurtuluş Savaşı Sonrası Ekonomik Kuşatma Cumhuriyet, siyasi bağımsızlığını kazansa da ekonomik alanda emperyalizmin cenderesinden çıkamadı. 1929 Dünya Buhranı, genç Türkiye’yi dış borçlara ve ithalata bağımlı hale getirdi. Batı, askeri işgali bitirmişti ama “ekonomik vesayeti” sürdürdü. Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye’si kalktı; yerine IMF ve Dünya Bankası geldi.Bugünlerde ise onların temsilcileri eli ile içeriden yapılyor.

  2. Soğuk Savaş Dönemi: Bağımlılığın Kurumsallaşması 1950’lerden itibaren NATO, Marshall Yardımı, dış borç anlaşmalarıyla Türkiye, Batı blokunun ileri karakolu haline getirildi. Cumhuriyetin “bağımsız kalkınma” hayali, “bağımlı kalkınma modeli”ne dönüştü. Bu, sadece ekonomi değil, medya, eğitim, kültür ve inanç alanlarını da etkiledi.

  3. Kültürel Emperyalizm Batı, yalnız mallarını değil, anlamlarını da ihraç etti. Tüketim, kimliğin yeni dini haline geldi. Cumhuriyetin “akıl ve bilimle yükselme” ideali, “marka ve statüyle yükselme”ye evrildi. Halk artık üretici değil, tüketici yurttaş olarak yeniden şekillendirildi.

IV. Cumhuriyetin Temellerinin Aşınması: Halktan Kopuş

Cumhuriyetin ilk döneminde amaç “halka rağmen değil, halk için” bir dönüşümdü. Fakat zamanla bu, “halk adına” yönetilen seçkinci bir mekanizmaya dönüştü. Bu dönüşümün kilometre taşları: · 1946: Çok partili hayata geçiş demokrasi görünür oldu, ama ekonomik bağımlılıkla şekillendi. · 1946’dan 1980’e: Darbelerle halk iradesi askıya alındı. Devletin ideolojik omurgası militaristleşti.· 2000’ler sonrası: Medya, sermaye ve siyaset üçgeni “Cumhuriyetin kurumlarını” özel mülke dönüştürdü.

Cumhuriyetin özü olan halka hesap verme kültürü, yerini iktidara sadakat kültürüne bıraktı.

V. Bugün: Cumhuriyetin Ruhunun Tahrif Edilişi ve Temel İlkelerin İncelenmesi

Egemenliğin Kaynağı Halk: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Atatürk’ün bu sözü, sadece bir slogan değil, teokratik ve monarşik otoritelerin yerini halkın iradesine bırakma çağrısıydı. Bugün: Egemenlik, halkın elinden temsiliyet mekanizmasıyla geri alınmıştır. Parti listeleri, merkezi aday belirleme sistemleri, seçim barajları ve medya tekeli, halkın seçme hakkını fiilen sınırlamıştır. Millet iradesi, artık partilerin genel merkezlerinde çizilen listelerin gölgesindedir. Sandık, bir yetki devri değil ritüel haline gelmiştir. Halkın Egemenliği Nerede? Atatürk “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” dediğinde, bu sadece bir cümle değildi bir iktidar devrimiydi. Halk, ilk kez kendi adına karar verecekti. Ama şimdi görüyorum ki egemenlik, tabelalarda halkın; fiiliyatta, partilerin ve sermayenin elinde. Milletvekilleri halkı değil, partilerini, liderlerini temsil ediyor. Sandık, halkın iradesinin aynası değil; siyaset mühendisliğinin sahnesi haline geldi. Cumhuriyet halkı özne yapmıştı; bizse onu yeniden seyirci yaptık.

  1. Hukukun Üstünlüğü İlkesi: Herkesin yasa önünde eşit olduğu, kişiye göre adaletin değil, hukukun geçerli olduğu bir düzen. Atatürk döneminde “kanun hâkimiyeti” devletin kutsal bir prensibiydi. Bugün: Hukuk, siyaset tarafından yönlendirilen bir aparat haline geldi. Yargı bağımsızlığı yerini “görevli hâkim” modeline bıraktı. Kanunlar, yurttaşı değil iktidarı korur hale geldi. Adalet duygusu çöktüğünde, cumhuriyetin kalbi atmaz bugün tam da o noktadayız. Adalet, Artık Kim İçin? Cumhuriyet, hukuku devletin değil, insanın hizmetine vermişti. Bugün adalet, en çok adalet isteyenlere uzak. Mahkeme salonlarında değil, sosyal medya başlıklarında hüküm veriliyor. Yasa, güçlüyü korumak için eğilip bükülüyor. Hukukun eşitliği yerini sadakatin ölçüsüne bıraktı. Artık biri suçluysa değil, kimden olduğuna göre cezalandırılıyor. Cumhuriyetin adaleti terazisini kaybetti yerine çıkarın pusulası geçti.

  2. Eğitimde Aydınlanma İlkesi: Akıl, bilim ve özgür düşünce temelli laik eğitim. Cumhuriyet’in en köklü devrimlerinden biri köy enstitülerinden üniversitelere uzanan bu “aydınlanma zinciri”ydi. Bugün: Eğitim, dogmatik, ezberci ve piyasacı bir zihniyetin kuşatması altında. Okullar, sorgulayan birey değil, itaat eden “vatandaş” yetiştiriyor. Eğitimin amacı özgürleştirmek değil, sistemin devamını sağlamak haline geldi. Laiklik artık sadece anayasa maddelerinde var. Eğitim: Aydınlanmadan İtaate Beni yetiştiren cumhuriyet, bana düşünmeyi öğretti. Şüphe etmeyi, sorgulamayı, korkmamayı. Bugün aynı sıralarda, çocuklara “ne düşünmeleri gerektiği” öğretiliyor. Eğitim, artık özgürleştirici değil; kalıba sokucu. Diploma, aklın değil, biatin belgesi haline geldi. Oysa cumhuriyetin en büyük başarısı, köyden filozof, dağdan öğretmen çıkarmaktı. Şimdi fabrikalarımız bile düşünen değil, tüketen nesiller üretiyor.

  3. Ekonomik Bağımsızlık İlkesi: “Siyasi bağımsızlık, ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.” Atatürk’ün İzmir İktisat Kongresi’yle hedefi, üretime dayalı, kendi kaynaklarına güvenen bir ekonomik modeldi. Bugün: Ekonomi, dış borç ve küresel finans ağlarının tahakkümü altındadır. Cumhuriyetin “yerli üretim” ideali, ithalat ve rant düzenine dönüşmüştür. Milli burjuvazi yerine “ihale zenginleri” doğmuştur. Cumhuriyetle beraber kurulan halkın varlıkları artık yok olmuştur. Ekonomik bağımlılık, siyasi bağımlılığın görünmeyen zinciridir. Ekonomik Bağımsızlık: Kayıp Bir İdealin Ardından Atatürk, “Siyasi bağımsızlık ekonomik bağımsızlıkla mümkündür” demişti. Bugün ne ekonomimiz ne kararlarımız gerçekten bize ait. Bir ülke, kendi üretimini kaybettiğinde, iradesini de kaybeder. Cumhuriyetin temeli alın teriydi; bugünün düzeni borçla ayakta duruyor. Ve borç, modern çağın görünmez sömürgesidir. İzmir İktisat Kongresi’ndeki ruh, şimdi borsa spekülasyonlarında, enflasyon zincirinde, vergilerde… boğulmuş durumda.

  4. Laiklik ve Vicdan Özgürlüğü İlkesi:

    Din ve devlet işlerinin ayrılığı, herkesin inancında özgür olması. Bu, cumhuriyetin medeniyet vizyonunun mihenk taşıydı. Bugün: Laiklik ya “dinsizlik” ya da “tehdit” olarak yaftalanıyor. Devlet, tarafsız hakem olmaktan çıkıp inanç alanında taraf haline geldi. Dini semboller siyasetin malzemesi haline getirildi. Vicdan özgürlüğü, sessiz bir iç sürgüne dönüştü. Laiklik: Vicdanın Sessiz Çığlığı Cumhuriyet, inançla siyaseti ayırarak herkese özgür bir vicdan alanı bırakmıştı. Bugün o alan, sloganlarla doldurulmuş durumda. Din, inanç olmaktan çıkıp kimlik savaşının silahı haline getirildi. İnanç özgürlüğü, artık sadece belirli bir inancın özgürlüğü olarak yaşatılıyor. Oysa laiklik, dinden uzaklaşmak değil, vicdanın kirlenmemesiydi. Cumhuriyet, inançla bilimin el sıkıştığı bir ortak zemin kurmuştu şimdi o zemin parçalandı, zihinler kutuplaştırıldı.

  5. Basın ve Fikir Özgürlüğü İlkesi: Cumhuriyet, ancak eleştirinin serbest olduğu bir zeminde yaşayabilir. Atatürk döneminde bile “düşünce üretimi” teşvik edilirdi. Bugün: Basın özgürlüğü, birkaç bağımsız sesin nefesiyle ayakta duruyor. Gazeteci, artık kamusal vicdan değil, hedef tahtasıdır. Gerçeği söyleyen susturuluyor, manipülasyon alkışlanıyor. Cumhuriyetin ruhu, hakikati dile getirme cesaretindeydi o cesaret törpülendi. Basın: Halkın Gözü Kör, Kulağı Sağır Cumhuriyet, gazeteciyi “halkın gözü, kulağı, sesi” olarak tanımlamıştı. Bugün basın, ya susturulmuş ya da satın alınmış durumda. Gerçeği söyleyen cezalandırılıyor, sessiz kalan ödüllendiriliyor. Ben bir gazeteci olarak biliyorum: Korkunun egemen olduğu yerde gerçeğin sesi fısıltıya dönüşür. Ama sessizlik, iktidarların değil, toplumların mezar taşıdır.

  6. Kültür ve Kimlikte Evrensel Yönelim İlkesi: “Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” bu, Batı’ya taklit etmek değil, insanlık birikiminde var olan toplum yararına olanları almaktı. Bugün: Popülizm, gösteri kültürü ve tarihsel cehalet birleşti. Kültür politikası, medeniyet inşası olmaktan çıkıp nostaljiyle duygusal mobilizasyon aracına dönüştü. Sanat, eleştirel bir bilinç değil, propaganda estetiği haline geldi. Kültür: Gösteriye Dönüşen Kimlik Cumhuriyet, sanatla düşünceyi bir araya getiren bir medeniyet tasavvuru kurmuştu. Şimdi sanat, estetik değil; propaganda için var. Kültür, birleştirmek yerine bölüyor. Toplumsal hafıza, dizi setlerinde, yarışmalarda, sabah akşam kuşaklarında nostaljik dekorlarda tüketiliyor. Oysa gerçek kültür, halkın kendi hikâyesini yeniden anlatabilmesiydi. Bizse başkalarının yazdığı senaryolarda figüran olduk.

SONUÇ: Halkın Gölgesinde Bir Cumhuriyet ve Kişisel Yansıma

Cumhuriyet Bir Zamanlar Halkın Umuduydu. Cumhuriyet, halkın kendi kaderini belirleme hakkıydı. Bugün bu hak, “temsil” adı altında sistematik biçimde daraltıldı. Atatürk’ün kurduğu rejim, halkın özne olduğu bir bilinç rejimiydi; şimdi ise bireyin edilgen olduğu bir itaat rejimine evrildi.

Ve Ben… Ben, beni yetiştiren o cumhuriyetin gerçek fikirlerine borçluyum. Eleştirmeyi, direnç göstermeyi, adaleti, vicdanı ondan öğrendim. Bugün hâlâ o fikirleri korumaya çalışıyorum çünkü onları korumazsam, kendimi koruyamam. Ama her geçen yıl, o fikrin etrafı yeni duvarlarla çevriliyor. Protokoller büyüyor, vicdan küçülüyor. Kutlamalar çoğalıyor, anlam azalıyor. Cumhuriyet, tabelada kalıyor. Yine de inanıyorum: Cumhuriyet sadece bir tarih değil, bir karakterdir. Onu yaşatmak, devletin değil, her bireyin omzundaki ahlaki bir görevdir. Ve o görev, hâlâ nefes alıyor sessiz, ama diri; unutulmuş, ama ölmemiş bir vicdan gibi.

“Cumhuriyetin fazileti, onu koruyan halkın cesaretindedir.” Ben hâlâ o cesareti içimde taşıyorum. Çünkü beni büyüten fikir, bana susmayı değil, hakikati söylemenin fazilet olduğunu öğretti.

Bugün, 29 Ekim’in bayraklı coşkusunda, aklıma takılan kritik bir soru: Kendilerini “Cumhuriyet’i savunan partiler” olarak konumlandıranlar Atatürk’ün mirasını bayrak edinenler gerçekten o ruhu mu koruyor? Yoksa onlar da, eleştirdiğimiz diğer yapılar gibi, Cumhuriyet’in temel unsurlarını tahrip mi ediyor? Sanki bu fikre muhtaç kitleleri konsolide etmek için bir araç kullanıyorlar, ama içini sistematik biçimde boşaltarak mı?

Bu soruyu sormak, Cumhuriyet’in özündeki eleştirel düşünceyi uygulamak demek. Atatürk’ün devrimi, sorgulamayı teşvik eder. Milletvekilleri liderleri temsil ediyor, halk seyirci. Konsolide etmek için “egemenlik” sloganını kullanıyorlar, ama fiiliyatta partilerin eline veriyorlar. Osmanlı tebaa’sının modern versiyonu: Kurtarıcı bekleyen kitleler.

Merak ediyorum: Bu “savunan” partiler, emperyalizmin kültürel işgaline mi hizmet ediyor? Kitleleri korkuyla konsolide ediyor (“Biz olmazsak biter”), ama içini boşaltıyor. Atatürk’ü putlaştırarak fikirleri donduruyor. Saha gözlemlerim: Gençler bayrak sallıyor ama Nutuk okumuyor. Bu, diğer partilerin popülizmiyle aynı: Halkı özne değil, nesne yapıyor.

29 Ekim’de soruyorum: Cumhuriyet’i savunan partiler, eğer diğerleri gibi unsurları tahrip ediyorsa, koruyucu mu yoksa suç ortağı mı? Ruh, şekilcilikte değil eylemde. Onu yaşatmak için önce kendilerini sorgulasınlar halk egemenliğini içselleştirsinler. Ben hâlâ o cesareti taşıyorum: Hakikati söylemek. Siz de katılın bu öğrenmeye; bir sonraki bayramda iç dolu olsun. Ne dersiniz, tahripten arınmış bir Cumhuriyet mi? Merakla araştırıyorum.

ÖZÜR DİLERİZ PAŞAM, CUMHURİYETİ ANLAYAMADIK, YAŞATAMADIK

Cumhuriyet Bayramı her yıl törenlerle, bayraklarla, marşlarla kutlanıyor. Ama bugün bir soru yakıyor: Cumhuriyet hâlâ yaşayan bir halk iradesi mi, yoksa sadece bir tören mi? Bu yazı; Osmanlı’daki “tebaa” zihniyetinden yurttaş bilincine geçişi, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet fikrinin nasıl dönüştürüldüğünü, ekonomik ve kültürel bağımlılığın Türkiye’yi nasıl yeniden diz çöktürdüğünü anlatıyor. Egemenlik, adalet, laiklik, eğitim, basın özgürlüğü ve ekonomik bağımsızlık gibi temel ilkelerin nasıl aşındığını; halkın özne olmaktan yeniden seyirciye itildiğini tartışıyor. 29 Ekim’in coşkusu altında şu soruyu soruyor: Cumhuriyet’i savunduğunu söyleyenler gerçekten Cumhuriyet’i yaşatıyor mu, yoksa onu şekil ve sembole indirip içini boşaltarak mı ayakta tutuyor? Bu metin bir kutlama yazısı değil; bir yüzleşme çağrısı.

Ahmet Turan YILDIZ

10/29/202510 min read