2026'ya Girerken: İnsanlığın Yorulduğu Yıl

2025’ten 2026’ya geçerken insanlığın sessiz tükenişini, duyguların kaybını, güven ve birlik ihtiyacını; medya, siyaset ve ekonomi baskısı altında özgürlük, ahlak ve dayanışma arayışını ele alan bir analiz bu yazım.

Ahmet Turan Yıldız

12/31/20253 min read

Düşünün: 2025 sona ererken dünya bir anda çökmüyor, büyük bir felaketle yere yığılmıyor. Daha tehlikeli olan oluyor: Yavaşça, sessizce, fark ettirmeden yoruluyor. İnsanlar tam da bu yüzden kehanetlere sarılıyor; Illuminati anlatıları, kadim döngüler, gizli elitler, görünmez akıllar… Çünkü belirsizlik çağında “bir plan var” düşüncesi, gerçeğin karmaşasından daha rahatlatıcı. Oysa gerçek çok daha dağınık ve daha ürkütücü: Dünya kusursuz bir komplo değil; borçla, veriyle ve korkuyla örülmüş düzensiz bir ağ. 2025 bu ağı görünür kılan yıl oldu. Ekonomik yavaşlama, siyasal kaymalar, çatışmaların derinleşmesi… Hiçbiri tek başına değil; hepsi üst üste, yoran bir ağırlık gibi.

2025’in ruhu tek bir kelimeyle özetlenebilir: tükenmişlik. Güç dengeleri sertleşti, bloklar netleşti, eski ittifaklar güvensizleşti. Savaşlar bitmedi; aksine uzadı, yayıldı, gündelik hayatın arka plan gürültüsüne dönüştü. Nükleer tehditler yeniden normalleşti, tahıl saldırıları küresel sofralara kadar ulaştı. Yeni bir Soğuk Savaş dili sessizce kuruldu. Medya ise bu durumu sıradanlaştırdı: Krizler, hava durumu gibi sunuldu. “Bugün de savaş var, yarın da enflasyon.” Sürekli tekrar, duyguyu aşındırdı.

Göç dalgaları dünyayı sıkıştırdı. Duvarlar yükseldi, sınırlar sertleşti. Güvenlik dili büyüdükçe korku ve öfke devreleri daha hızlı çalışmaya başladı. İnsanlık, birlikte çözmek yerine, birbirinden korunmayı seçti. Bu bir refleks değil; uzun süredir öğretilen bir alışkanlık.

Ekonomi cephesinde tablo daha da öğretici. Küresel büyüme yavaşladı; halk kemer sıkarken, büyük şirketler hızlandı. Yeni ticaret hatları kuruldu, tarifeler silah gibi kullanıldı. Yapay zekâ, altın ve veri rekorlar kırdı. Kriz, eşitsizliği derinleştirdi. İstikrarsızlık, otoriter eğilimleri besledi. “Düzen” talebi, özgürlük pahasına yükseldi. Faşizan refleksler, yalnızca marjlarda değil, merkezde de görünür oldu.

Bireysellik ise “özgürlük” ambalajıyla sunulurken, gerçekte yalnızlık üretti. İnsan, bağlarından koparıldı; sorumluluklarından arındırıldı; sonra da savunmasız bırakıldı. Emperyalizm artık tankla değil, borçla, platformlarla, algoritmalarla işliyor. Görünmez ama kuşatıcı bir imparatorluk.

Ve bütün bunların altında daha derin bir kayıp var: duygu kaybı. Empati aşınıyor. İnsanlar hissetmemeyi öğreniyor; çünkü hissetmek yorucu, acıtıcı ve riskli. 2026’ya girerken en büyük tehlike savaşlar ya da krizler değil; hissizliğin normalleşmesi. Tükenmişlik sendromları, ruhsal hastalıklar, bedensel çöküşler artıyor. İnsan, kendi iç dünyasına bile yabancılaşıyor.

2026 bir eşik. Ertelenmiş sonuçlar kapıya dayanıyor. Borçlar, bastırılmış öfkeler, ötelenmiş adaletsizlikler geri dönüyor. Düzen fetişi güçleniyor; “güvenlik” adı altında özgürlüklerin yutulması meşrulaştırılıyor. Gözetim, “şeffaflık” diye içselleştiriliyor. Küçük vazgeçişler – mahremiyetten, itirazdan, empati kurmaktan vazgeçiş – zincirsiz bir köleliğin kapısını aralıyor. Alternatifsizmiş gibi sunulan bir düzenin içinde.

Peki insanlar neden mitlere kaçıyor? Çünkü gerçek şu: Bu dünya kaçınılmaz değil. Ama bunu kabul etmek, sorumluluk almak demek. Mitler kader sunar; gerçek ise seçim.

Yine de tarih burada bitmez. İnsanlık her yorulduğunda, bir başka damar açılır. Umut büyük sloganlarda değil; küçük, sessiz dirençlerde saklıdır. Küçük topluluklarda, etik arayışlarda, yeniden öğrenme cesaretinde… Medyanın, siyasetin ve ekonominin baskısı altında bile daha özgür olabilme ihtimali vardır. Bu ihtimal, yeniden birlikte olmayı öğrenmekten geçer. Aileyle, dostlukla, dayanışmayla. Güveni onarmaktan. Ahlaki yapımızı sorgulamaktan ve tamir etmeye çalışmaktan.

2026 için temennimiz tam da budur: Daha az gürültü, daha fazla anlam. Daha az korku, daha fazla bağ. Daha az kehanet, daha fazla farkındalık. Yorgunluğu uyuşmaya çevirmeden, uyanık kalabilmek.

Bu bir kehanet değil.
Bu bir çağrı.